30 Ocak 2021 Cumartesi

Ayakkabı İle Namaz Kılınır mı?

 Ayakkabı İle Namaz Kılınır mı?

Dr. Murat Kaya, “Ayakkabı ile namaz kılınır mı?” sorusunu cevaplıyor.

Ebû Mesleme Saîd bin Yezîd el-Ezdî (r.a.) şöyle der:

“Hazret-i Enes’e:

«‒Nebiyy-i Ekrem, naʻleyni (ayakkabıları) ayağında olduğu hâlde namaz kılarlar mıydı?» diye sordum,

«‒Evet» cevâbını verdi.” (Buhârî, Salât, 24)

Şerh:

Bu hadîs, temiz olmak şartıyla, ayakkabıları çıkarmadan namaz kılmanın ce­vazına delîldir. Ayakkabılarda necâset varsa, kişi onu temizleyip namazını kılabilir. Ebû Hanîfe’ye göre, ayakkabıdaki yaş pislik ancak su ile temizlenebilir. Kuru ise, ayakkabı toprağa sürülerek temizlenebilir.

Abdullah bin Amr bin Âs (r.a.) şöyle nakleder:

“Resûlullah Efendimiz’i yalın ayak da, ayakkabıları ile de namaz kılarken gördüm.” (Ebû Dâvûd, Salât, 88/653)

Peygamber Efendimiz’in yaşadığı bölge ile bizim bugün içinde bulunduğumuz bölgenin şartları farklıdır. Medine-i Münevvere ve Arap Yarımadası’nda böl­ge sıcak ve kumluk, yollar da kuru ve çoğu zaman temiz olduğundan ayakkabılar umumiyetle temiz bulunur. Sıcağın, kısa zamanda pisliği izâle etmesi, oradaki temizliği kolaylaştırmaktadır.

Bizim bölgemizde ise, yerler kum veya toprak olmadığı gibi tuvalete ayakkabı ile girilir ve yerlerde her zaman için yaş pislikler bulunabilir. Bir de ayakkabıların dişleri arasına sıkışıp çıkmayan pislikler olabilir. Bunları temizlemeden ve ayakkabılara bulaşan idrarı yıkamadan onlarla namaz kılmak câiz değildir.

Bu hususa cenâze namazlarında da dikkat etmek lâzımdır. Ama ayakkabıların altı pis üstü temiz olursa, kişi ayakkabılarını çıkarıp üzerlerine basarak namaz kılabilir. Aksi halde yerin temiz olması hâlinde yere basılmalı veya temiz bir şey üzerinde namaza dur­malıdır.

Kaynak: İslam ve İhsan

Hangi Namaz Kaç Rekat, Nasıl Kılınır?

 Hangi Namaz Kaç Rekat, Nasıl Kılınır?

Sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı namazları kaç rekat? Hangi namaz kaç rekat, nasıl kılınır, kaçı sünnet, kaçı farz olduğunu gösteren tabloya aşağıdan ulaşabilirsiniz.

Farsça’da “tâzim için eğilmek, kulluk, ibadet” anlamına gelen namâz, sözlükte “dua etmek, ibadet etmek, bağışlanma dilemek, yalvarmak” mânalarındaki Arapça salât kelimesinin (çoğulu salavât) karşılığı olarak Türkçe’ye geçmiştir. Terim olarak salât tekbirle başlayıp selâmla son bulan, belirli hareket ve sözlerden oluşan bedenî ibadeti ifade eder.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz siz de öyle kılınız” (Buhârî, Ezan, 18) buyurmuştur. Buna göre namazla ilgili genel hüküm, rükün ve şartlar Kur’an’la, bunlara ilişkin ayrıntılar ise Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetiyle belirlenmiştir.

HANGİ NAMAZ KAÇ REKAT?

Hangi namaz kaç rekat, nasıl kılınır, kaçı sünnet, kaçı farz olduğunu gösteren tabloya aşağıdan ulaşabilirsiniz…

FARZ VE VACİP NAMAZLAR Rekat Toplam SABAH NAMAZI Sünneti 2 4 Farzı 2 ÖĞLE NAMAZI İlk Sünneti 4 10 Farzı 4 Son Sünneti 2 İKİNDİ NAMAZI Sünneti 4 8 Farzı 4 AKŞAM NAMAZI Farzı 3 5 Sünneti 2 YATSI NAMAZI İlk Sünneti 4 13 Farzı 4 Son Sünneti 2 Vitir Namazı 3 CUMA NAMAZI İlk Sünneti 4 16 Farzı 2 Son Sünneti 4 Zuhri Âhir Namazı 4 Vaktin Son sünneti 2 BAYRAM Bayram Namazı 2 2 CENAZE Cenaze Namazı – –   SÜNNET VE NAFİLE NAMAZLAR   Rekat TEHECCÜD Teheccüd Namazı 2 rekattan 12 rekata kadar kılınabilir KUŞLUK (DUHÂ) Kuşluk (Duhâ) Namazı 2 rekattan 12 rekata kadar kılınabilir EVVABİN Evvabin Namazı 2 rekattan 6 rekata kadar kılınabilir TERAVİH Teravih Namazı 8 rekattan 20 rekata kadar kılınabilir İSTİHARE İstihare Namazı 2 HACET Hacet Namazı 2 TAHİYYETÜ’L MESCİD Tahiyyetü’l Mescid Namazı 2 TEVBE Tevbe Namazı 2 ŞÜKÜR Şükür Namazı 2 NAFİLE Nafile Namaz 2 ABDEST Abdest Namazı 2 TESBİH Tesbih Namazı 4 KÜSÛF VE HUSÛF Küsûf ve Husûf Namazı 2

NAMAZIN ÖNEMİ VE FAZİLETİ NEDİR?

Peygamber Efendimizin Kıldığı Namazlar

 

Peygamer -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin kıldığı ve tavsiye ettiği namazları haberimizde liste halinde istifadenize sunuyoruz. Namazların detayına tıklayarak nasıl kılındığını öğrenebilirsiniz.

Efendimizʼin namazlarına baktığımızda o kadar çok Efendimiz namazı severdi ki… Farz namazlar vardı, sünnet namazlar vardı, ilâve duhâ namazı, işrak namazı, evvâbîn namazı, teheccüd namazı, vudû namazı, sefer namazı, hâcet namazı, hüsuf-küsuf namazları…

5 VAKİT FARZ VE SÜNNET NAMAZLAR

  • Sabah Namazı
  • Öğle Namazı
  • İkindi Namazı
  • Akşam Namazı
  • Yatsı Namazı

VACİP NAMAZLAR

  • Vitir Namazı
  • Bayram Namazı
  • Cenaze Namazı

NAFİLE NAMAZLAR

  • Teheccüd Namazı
  • Kuşluk (Duhâ) Namazı
  • Evvabin Namazı
  • Teravih Namazı
  • İstihare Namazı
  • Hacet Namazı
  • Tahiyyetü’l Mescid Namazı
  • Tevbe Namazı
  • Şükür Namazı
  • Nafile Namaz
  • Abdest Namazı
  • Tesbih Namazı
  • Küsûf ve Husûf Namazı
  • Seferde (Yolculuk Esnasında) Namaz

NAMAZLA İLGİLİ BİLGİLER

  • Namazla İlgili Âyet ve Hadisler 
  • Kuranda Beş Vakit Namaz Nasıl Geçiyor
  • Namazın Farzları Nelerdir?
  • Namazı Vacipleri Nelerdir?
  • Namazın Sünnetleri Nelerdir?
  • Namazı Bozan Durumlar

Kaynak: İslam ve İhsan

Mescid-i Kıbleteyn Nedir?

 

Kıbleteyn Mescidi ne zaman yapıldı? Mescid-i Kıbleteyn’e neden “iki kıbleli mescit” denilmiştir? Mescid-i Kıbleteyn (İki kıbleli mescit) nerededir?

Medine’de bulunan bu mescidin özelliği, ilk kıble değişikliğine sahne olmasıdır: İslâm’ın ilk yıllarında namazlarda kıble olarak Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya doğru dönülürken, hicretten sonra 16. ncı ayda kıble, Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmiştir.

MESCİD-İ KIBLETEYN’E NEDEN “İKİ KIBLELİ MESCİT” DENİLMİŞTİR?

Kur’an-ı Kerîm’de bu değişiklik şöyle açıklanır: “Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni sevdiğin kıbleye mutlaka çevireceğiz. Hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ey mü’minler! Siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi onun tarafına çevirin.” [1] “Nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu elbette, Rabb’inden gelen bir gerçektir..” [2] Bu âyetler inince, namazlar Kâbe’ye doğru kılınmaya başlanmıştır. Öyle ki, bu hükmü bildirmek için, Benî Seleme Mescidi’ne giden bir sahâbî, cemaat ikindi namazının rukûunda iken gelmiş ve kıble değişikliğini bildirmişti. İmam namazı bozmaksızın, safları Mekke tarafına çevirmiş, geri kalan rekâtları yeni kıbleye doğru kıldırmıştır. Bir namazın içinde iki kıbleye birden dönüldüğü için, bu mescide “Mescid-i Kıbleteyn” (İki kıbleli mescit)” adı verilmiştir.

Kıble değişikliğinin, Hz. Peygamber’in Benî Seleme Mescidi’nde misafir olarak bulunduğu bir sırada vuku bulduğu da söylenmiştir. İbn Ömer’in nakline göre, kıble değişikliği haberi, Medine’de diğer bir mescit olan Kubâ’ya ertesi gün sabah namazında ulaşmış, yüzleri Şam’a doğru olan cemaat, Kâbe’ye doğru dönmüşlerdi.[3]

Dipnotlar:

[1] Bakara, 2/144. [2] Bakara, 2/149. krş. 2/150. [3] bk. Buhârî, İmân, 30; Tefsîru sûre, 2/ 12, 15-19; Müslim, Mesâcid, 13; Nesâî, Salât, 24, Kıble, 3; Dârimî, Salât, 30; A. İbn Hanbel, I, 250, IV, 304; Tirmizî, Tefsîru sûre, 2/ 10; Kurtubî, age, II, 107-109; İbn Kesîr, age, I, 134-136.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

Baki Mezarlığı’nda Kimler Yatıyor?

 

Baki Mezarlığı nerede? Baki Mezarlığı’nda defnedilen kişiler.

Mescid-i Nebevî’nin doğu tarafında bulunan Baki Mezarlığı’nı ziyaret etmek müstehaptır. Hz. Peygamber’i görmüş, onun sohbetinde bulunmuş ve İslâm’ın yayılması için çaba harcamış bulunan on bin kadar sahâbe bu mezarlığa defnedilmiştir.

BAKİ MEZARLIĞI’NA DEFNEDİLEN KİŞİLER

Hz. Peygamber’in kızlarından Rukıyye ve Zeynep buraya defnedildiler; sonradan Hz. Fâtıma ile oğlu Hz. Hasan da Baki Kabristanı’na gömüldüler. Kerbelâ’da şehit edildikten sonra Şam’a götürülen Hz. Hüseyin’in başı Yezîd tarafından Medine’ye gönderilince annesinin yanına defnedildi. (İbn Sa‘d, V, 238) Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas ile halası Safiyye bint Abdülmuttalib ve bazı torunları da burada yatmaktadır. Bakī‘a defnedilenler arasında, Hz. Peygamber’in “benim ikinci annem” dediği Hz. Ali’nin annesi Fâtıma bint Esed ile süt annesi Halîme, Resûl-i Ekrem’in zevcelerinden başta Hz. Âişe olmak üzere Hafsa, Ümmü Seleme, Zeyneb bint Huzeyme, Zeyneb bint Cahş, Safiyye, Reyhâne ve Mâriye bulunmaktadır. Cennetü’l-bakī‘a birçok sahâbî yanında Ehl-i beyt’in ileri gelenleri, tâbiîn neslinden birçok kimse defnedilmiştir. Halife Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Abdullah b. Mesut, Suheyb b. Sinân ve Ebû Hüreyre gibi sahabe ile İmam Mâlik gibi tâbiîlerden birçok büyük zatlar bu kabristanlıktadır.

Resûlullah (s.a.s) ölüleri ziyaret etmek için Medine mezarlığına çıkar ve şöyle derdi:

“Es-Selâmü aleyküm yâ dâre kavmin mü’minîn ve innâ inşâallahü biküm lâhikûne, es’elüllâhe lî ve lekümü’l-âfiyete” (Ey mü’minler yurdunun sâkinleri! Size selam olsun. Bizler de inşâallah sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ’dan bizim ve sizin için âfiyet, âhiretle ilgili korku ve sıkıntılardan kurtuluş dilerim.)[1] İbn Abbas, Allah Elçisi’nin bir keresinde Medine kabristanlığına uğradığında, yüzünü kabirlere dönerek şöyle dediğini nakletmiştir: “es-Selâmü aleyküm, yâ ehle’l- kubûr! Yağfirullahu lenâ ve leküm. Entüm selefûnâ ve nahnu bi’l-eseri.” (Ey kâbirler ahalisi! Size selâm olsun! Allah bizi ve sizleri bağışlasın. Sizler bizden önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan geleceğiz.)[2]

Baki mezarlığı açık olunca içine girerek, açık değilse dışarıdan ziyaret edilebilir. Ziyaret sırasında Allah Elçisi’nin yaptığı gibi selâm verilerek dua edilir. Dua niyetiyle okunacak kimi sûre ve âyetlerin sevabı burada yatanlara, bütün sahabelere, onları izleyen tâbiîlere ve bunları izleyen tebe-i tâbiînin ruhlarına bağışlanır. Kendimiz için de bu kutsal beldede yüce Allah’tan af ve mağfiret dileriz.

Kısaca hac ve umre sırasında Mekke veya Medîne kabristanlıklarındaki sahâbe ve sonraki kabir ehillerini ziyaret sırasında, yukarıdaki hadislerde yer alan duaların benzerleri yapılabilir.

Dipnotlar:

[1] Müslim, Cenâiz, 104; Nesâî, Cenâiz, 103; İbn Mâce, Cenâiz, 36; A. İbn Hanbel, II, 375, 408. [2] Tirmizî, Cenâiz, 59, H. No: 1053.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

Mekke’deki Ziyaret Yerleri

 

Mekke’de ziyaret edilecek kutsal yerler nerelerdir? Mekke-i Mükerreme’de başlıca ziyaret yerleri.

Mekke ve çevresinde bulunan, ziyaret sırasında mescit olan yerde kılınacak tehıyyetü’l-mescit namazı, Resûlullah ve seçkin ashabını anma ve onların Allah yolunda yaptıkları mücadelelerden ibret alma sebebiyle, ziyaretçiye ecir kazandıracak yerleri aşağıdaki maddeler altında toplayabiliriz.

MEKKE’DE ZİYARET EDİLECEK KUTSAL YERLER

1. Mescid-i Haram

Kâbe’yi çepeçevre kuşatan, etrafı kubbeli, ortası açık büyük mescit olup, bu alana Harem-i Şerîf, Mescid-i Şerîf, Beyt-i Haram veya Kutsal Mescit de denir. Yeryüzünde ilk inşa edilen mescit ve müslümanların kıblesidir. Mescidin ortasındaki üstü açık kısımda Kâbe, zemzem kuyusu ve Makam-ı İbrahim’le, tavafın yapıldığı alan bulunur. Bu kutsal alanın bütününe “haram” denilmesi, o alana saygı ve tazim göstermek gerektiği içindir. Bu yüzden orada kan dökmek, ağaç kesmek ve avlanmak haram kılınmıştır. Bu saygınlık için Kur’an’da şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! ..Rablerinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beyt-i Haram’a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin.” [1] “Allah Kâbe’yi, o Beyt-i Haram’ı insanlar için dirlik düzenlik nedeni kıldı..”[2] Buna göre, Mescid-i Haram’a saygı yanında, oraya ziyaret için gelenlere de saygı gösterilmesi istenmektedir. Diğer yandan saldırı olmadıkça Mescid-i Haram çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır. “Mescid-i Haram’ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte küfür ehlinin cezası budur.” [3]

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ancak şu üç mescit için her türlü yolculuk yapmaya değer. Mescid-i Haram, Rasûlullah’ın mescidi ve Mescid-i Aksâ.” [4] Bu üç mescitte kılınacak namazın fazileti hakkında da Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Başka yerlerde kılınan namaza göre, Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz yüz bin namaza, benim mescidimde kılınan bir namaz, bin namaza, Beyt-i Makdis’te (Mescid-i Aksa) kılınan bir namaz da, beş yüz namaza denktir.” [5] Câbir (r.a)’ten nakledilen hadis ise şöyledir: “Benim mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram haric, başka mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da diğer mescitlerde kılınan yüz bin namazdan daha faziletlidir.” [6]

Mescid-i Haram, önceleri Kâbe’nin çevresinde tavaf edenlere ayrılmış, etrafı evlerle çevrili, kumluk dar bir alandan ibaretti. Oraya evler arasındaki sokaklardan girilirdi. Hz. Ömer döneminde nüfusun artması, hacı sayısının büyük rakamlara ulaşması üzerine tavaf yeri dar gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Harem-i Şerîf’in çevresindeki bazı evler satın alınarak yıkıldı ve yerleri mescide eklendi. Harem-i Şerîf’in çevresine de bir adam boyuna yakın yükseklikte ihâta duvarı yapıldı.[7] Mescit, Emevîler, Abbasîler, Osmanlılar ve Suudlular zamanında çeşitli tamirler gördü, değiştirildi ve genişletildi.

Ebû Cafer Mansur’un oğlu Mehdî zamanında (M. 775-785) iki defa tamir yapıldı. Kâbe ile sa’y yeri arasındaki evlerin tamamı Harem-i Şerîf’e katıldı. Kâhire’den getirtilen beşyüz’e yakın direk, gereken yerlere dikilerek, üzerlerine kubbeler inşa edildi. Tavan ve revaklar ahşap olarak yapıldı.[8] Osmanlılar döneminde Sultan II. Selim’in emriyle 979/1571’de, Mısırlı Ahmed beyin nezaretinde sürdürülen beş yıllık inşaat sırasında, bu ahşap tavanlar yıkılarak, yerlerine mermer konuldu ve üzerlerine kubbeler yapıldı. Çeşitli Osmanlı sultanları döneminde tavaf mahalli genişletilirken, yenilenen 892 sütuna yeni sütunlar eklenmiştir. Yenilenen kemerler üzerine Türk üslûbunda beşyüz küçük kubbe ilâve edildi. Mevcut 19 kapı yenilendi. Suûdî yönetimi de günümüze kadar dört kez genişletme faaliyetinde bulundu. 1961’de Safa ile Merve arasındaki sa’y yolunun üzeri kapatılarak Harem-i Şerîf’e ait yapıya eklendi. Bu genişletmelerle Harem-i Şerîf’in üç yüz bin kişiyi alabilecek şekilde, 160.000 metre kareye çıkarılması hedeflenmişti.[9]

Beyt-i Ma’mûr: Bayındır, bakımlı, hacılarla ve Allah’ın varlığı ile şenlenmiş ev demektir. Kâ’be veya yedinci gök katında Kâbe’nin üstünde, her gün yetmiş bin meleğin namaz kılıp tavaf ettiği yüce gök mescidi olup, bir kez tavaf eden meleğe kıyamete kadar ikinci bir tavaf sırası gelmez. Kâbe’nin her yıl 600 bin kişi tarafından ziyaretle ma’mûr kılınacağı, bu sayı eksik kalırsa meleklerle tamamlanacağı nakledilmiştir.[10]

Tûr sûresinin ilk altı âyetinde Cenâb-ı Hakk’ın, üzerine yemin ettiği altı şeyden birisi de “Beyt-i Ma’mûr” (imar edilmiş, şenlenmiş ev) dir.[11]

Mirac hadisinde şöyle buyurulur: “Sonra bana Beyt-i Ma’mûr gösterildi. Orayı her gün 70 bin melek ziyaret eder.” [12] Mutasavvıflar Beyt-i Ma’mûr’u “mü’minin kalbi” olarak niteler ve bakımlı oluşunu da ma’rifet ve ihlâsla açıklarlar.[13] İbn Abbas tefsirinde, Beyt-i Ma’mûr, Âdem (a.s)’ın inşa ettiği, Nûh tufanından sonra, gökyüzünün altıncı katına kaldırılan bir mescit olarak tanımlanır.[14]

2. Ten’îm ve Mescidi

Mekke ile çevresinde, sınırları ilk olarak Cebrâil (a.s)’ın rehberliğinde Hz. İbrahim tarafından belirlenmiş ve Hz. Peygamber tarafından yenilenmiş olan saygın ve güvenli bölgeye “Harem bölgesi” denir. Bu bölgede oturanlara Mekkî (Mekkeli) denir. Bu bölgenin sınırları Kâbe’ye eşit uzaklıkta değildir. En yakını Mekke’ye 8 km. mesafede Medine yönünde “Ten’îm”; en uzak olanları ise Tâif yönünde “Ci’râne” ve Cidde yönünde Hudeybiye yakınlarındaki “Aşâir” dir. Diğerleri ise, Irak yolu üzerinde “Seniyyetü’l-Cebel”, Yemen yolu üzerinde “Edâtü libn” ve Arafat sınırında “Batn-ı Nemîre” dir. Harem bölgesi ile uzaktan Mekke’ye gelenlerin ihrama girme yerleri olan mîkatler arasında kalan alana “Hil bölgesi” denir.

Mekke’de veya genel olarak Harem bölgesinde oturanlar umre için Hıl bölgesine çıkarak, meselâ Ten’îm veya Arafat gibi Harem bölgesi dışındaki bir yerden ihrama girmeleri gerekir. Ancak umrede ihrâma girmek için Hıl’in en faziletli yeri Hanefî ve Hanbelîler’e göre “Ten’im”, sonra “Ci’râne”, sonra “Hudeybiye” dir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s), Veda haccında Hz. Âişe’nin âdetli olması yüzünden eksik kalan umresini, kurban bayramından sonra, Ten’im’den ihrama girerek yapmasını bildirmiştir. Bu sırada Hz. Âişe’ye, kardeşi Abdurrahman eşlik etmiştir.[15] Ten’îm, Mekke merkezine 8 km. kadar uzaklıkta, Hıl bölgesinin Kâbe’ye en yakın bir yeri olup, Mekke yerlilerinin umre için ihrama girdikleri yerdir. Günümüzde gerek yerlilerin gerekse ilâve umre yapmak isteyen âfâkîlerin ihrama girmek için tercih ettikleri Ten’îm bölgesi, mescidi, duş alma yerleri, ticaret merkezleri ve kolay ulaşım imkânlarıyla hac ve umre yapanların önemli bir ziyaret yeri halini almıştır.

3. Akabe Bey’atlarının Yapıldığı Yer

Akabe, sözlükte “sarp yokuş, geçilmesi zor dağ yolu, tehlikeli geçit” anlamlarına gelir. Hz. Peygamber’in 621-622 M. yıllarında Medine’den ilk müslüman olanlarla görüştüğü yerin adıdır. Mekke’ye üç km. kadar uzaklıkta Mina ile Mekke arasında bir yerdir. Hz. Peygamber hac mevsiminde Mekke’ye gelenlere İslâm’ı tebliğ etmeye çalışıyordu. Peygamberliğin onbirinci yılında 6 Medineli müslüman oldu. Ertesi yıl, 1. Akabe beyatı denilen görüşmede bu sayı 12’ye çıktı. Bunlar Hz. Peygamber’e; kendisini her şart altında destekleyip itâat edeceklerine, ona hiçbir hayırlı işte karşı çıkmayacaklarına, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyeceklerine, Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, iftira etmeyeceklerine dair söz verdiler.[16] Medine’ye dönerken Mus’ab İbn Umeyr’i de İslâm’ı öğretmek üzere yanlarında götürdüler. Bir yıl içinde Evs ve Hazrec arasında İslâm yayıldı.

Allah’ın Elçisi, 622 M. yılında yine hac mevsiminde ikisi kadın 75 kişi ile Akabe’de gizlice buluştu. Medineliler onu, kendi şehirlerine çağırıyorlardı. Bu 2. Akabe bey’atı idi. Hz. Peygamber’le birlikte gelen amcası Abbas, Medinelilere; Hz. Muhammed aralarına katılırsa onu koruyup korumayacaklarını sordu. Aksi halde bu işe girmemelerini istedi. Medineliler antlaşmaya hazır olduklarını söyleyince, Allah’ın Rasûlü Kur’an-ı Kerîm’den bazı âyetler okuduktan sonra şöyle buyurdu: “Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum.” Bey’at devam ederken, Abdullah İbn Revâha, “Ey Allah’ın Elçisi! Rabb’in ve kendin için şartların nedir” dedi.

Buyurdu ki: “Rabb’im için şartım; ona ibadet etmeniz ve ortak koşmamanızdır. Kendim için şartım; canlarınızı ve mallarınızı savunduğunuz gibi beni de savunmanızdır.” Yine sordular, “Böyle yaparsak bize ne var?” “Cennet.” Bunun üzerine: “Ne kârlı alış-veriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz” dediler. Aşağıdaki âyet bunlar hakkında inmiştir.

“Şüphesiz ki Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar; öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da verdiği gerçek bir sözdür. Allah’tan daha çok, sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yaptığınız bu alış-verişinizden ötürü sevinin ! Gerçekten bu en büyük başarıdır.” [17]

Bey’attan sonra Rasûlullah (s.a.s) Evs kabilesinden 3, Hazrec’ten 9 kişi olmak üzere 12 nakîb (birlik başkanı) seçti ve Es’ad İbn Zürâre’yi de nakîbü’n-nükebâ (nakîblerin başkanı) yaptı. Bunlardan her biri bir kabilenin reisi idiler. Böylece Medine site devletinin temeli atılmış oluyordu.

4. Hira-Nur Mağarası

Hz. Peygamber’e ilk vahyin geldiği mağara olup, Mekke’nin 5 km. kadar kuzeydoğusundaki Hira dağının üst kısmında bulunur. Hira “araştırma” anlamına gelir. Bu mağara dar ve uzun, doğal ve kapısı Kâbe’ye yöneliktir. İlk vahyin geldiği yer oluşu yüzünden buraya “Cebelü’n-Nur (Nur Dağı)” da denir. Hz. Muhammed özellikle 35 yaşlarından sonra Mekke’nin bir takım sıkıcı sosyal olaylarından kurtulmak ve Allah’ın yüceliğini tefekkür etmek üzere bu mağaraya çekilirdi. İşte bir Ramazan ayında böyle bir inziva sırasında kırk yaşlarında bulunduğu sırada kendisine, Cebrail (a.s) gelerek elçi ve peygamber seçildiğini bildirmiş, abdest almayı ve namaz kılmayı öğretmiş ve Alak sûresinin ilk beş âyetini vermiştir.[18]

Hz. Peygamber, peygamberliğinden sonra da kimi zaman Hira dağına gitmiştir. Meselâ bir keresinde ashâbından bir grupla Hira’nın zirvesine çıkmış, bu sırada dağ sarsılıp sallanmaya başlayınca şöyle buyurmuştur: “Sâkin ol, ey Hira! Şu anda senin üzerinde bulunanlar ya bir peygamber, ya bir sıddîk, ya da bir şehittir.” Ebû Hüreyre’nin rivayetinde, o gün Hira dağı gezisinde Nebî (s.a.s)’den başka Ebûbekir, Ömer, Osman, Alî, Talha İbn Zübeyr ve Sa’d İbn Ebî Vakkas (r.anhüm)’ün bulunduğu bildirilmiştir.[19]

Hira dağında susuzluk yüzünden ot ve ağaç yok gibidir. Sadece çok az miktarda dikenli çalılar görülür. Mağara bugün de mevcut olup, hac ve umre yapanların ziyaret ettiği yerlerdendir.

5. Sevr Mağarası

Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında, Hz. Ebûbekir ile birlikte müşriklerden gizlendikleri ve üç gün süreyle saklandıkları mağaradır. Sevr dağı, Mekke’nin güney tarafında ve 5 km. uzaklıktadır. Sevr birçok tepeden oluşan bir dağdır. Bu dağda pek çok irili ufaklı mağara vardır. Hz. Peygamber’in hicret sırasında sığındığı mağara diğerlerinden farklıdır. Şöyle ki, bu mağara gizlenmeye elverişli olup, kayadan yontularak yapılmış bir mağarayı andırır. Ön ve arkasında delikleri vardır. Bunlar mağaranın alt kısmındadır. Bu yüzden mağaraya eğilerek veya sürünerek girilebilir. Mağaranın içinde olanlar, dışarıda dolaşanın ayaklarını görebilir, fakat dışarıda olanlar içeridekileri göremez.

Hz. Peygamber 610 M. yılında Mekke’de baskıların artması ve Akabe bey’atlarında Medineli müslümanların daveti üzerine hicret emri vermiş ve müslümanlar gruplar halinde hicret etmeye başlamıştı. Bu durumu ilerisi için riskli gören Kureyş ileri gelenleri bunu önlemek için kanlı bir plân hazırlamışlardı. Kur’an’da bildirildiğine göre, Hz. Muhammed ya tutuklanacak, ya sürgün edilecek, ya da öldürülecekti.[20] Onlar üçüncü şıkta karar kılarak, kabilelerden birleşik bir çeteye ölüm emrini verdiler. İşte bunu Cebrail (a.s) vasıtasıyla haber alan Allah’ın Rasûlü, öldürüleceği gece kendi yatağında Hz. Ali’yi bırakmış, eline aldığı bir avuç toprağı saçarak ve Yâsin sûresini okuyarak evden çıkmıştı. Düşman onun çıkışını görmemişti. Çünkü okuduğu sûrenin bir âyetinde şöyle buyruluyordu: “Biz onların önlerine ve arkalarına sed çekmişizdir. Gözlerini perdelediğimizden artık görmezler.” [21]

Aynı gece, Hz. Ebûbekir’le birlikte yola çıktı ve izleneceğini bildiği için de Medine’ye ters yönde bulunan Sevr mağarasına sığındı. Üstelik bu dağın hemen eteğinde Âmir İbn Füheyre’nin koyunlarını otlattığı bir otlak vardı. Âmir (r.a) geceleri süt ve yiyecek getiriyordu.

Mağaraya ilk olarak girip temizlik yapan Hz. Ebûbekir, yılan vb. zararlıların çıkmaması için üzerindeki örtüyü yırtarak delikleri kapatmış ve Hz. Peygamber’i çağırmıştı. Ancak son deliğe bez yetmediği için, onu da çıplak ayağı ile kapatınca bu delikten gelen bir yılan Hz. Ebûbekir’in topuğunu ısırmıştı. Yorgun olan Allah Elçisi, dostunun dizine başını dayayarak uyuyakalınca, acıdan dökülen gözyaşları Rasûlullah’ı uyandırdı. Allah Elçisi durumu öğrenince, kendi tükrüğünü ilaç olarak ısırılan yere sürdü. Bir süre sonra ayağı tamamen iyileşti.[22]

Yine mağaranın giriş kısmına bir örümcek ağ örmüş ayrıca iki güvercin de hemen yanıbaşında bir çalı üzerinde yuva yapmıştı. Hz. Peygamber ve Ebûbekir’i izleyen Mekke’li müşrikler mağaraya ulaşmadan önce bu kuşlar bir de yumurtlamışlardı.[23]

Bir ara yakalanma korkusu ile endişelenen Hz. Ebûbekir’e, Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu: “Ey Ebûbekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olunca sen ne olacağını sanıyorsun?” Mağaradaki bu durum Kur’an-ı Kerîm’de açıklandı.[24] Mağarada kalınan üç gün süreyle şehirde olan bitenle ilgili haberleşmeyi, geceleri Ebûbekir’in oğlu Abdullah sağlıyordu. Dördüncü günün sabahı Âmir ile, kılavuzluk için kiralanan Abdullah İbn Ureykıt, beraberlerinde iki deve ile mağaraya geldiler. Böylece dört kişiden oluşan küçük kervan Medine’ye hicret yolculuğuna başladı.

Dipnotlar:

[1] Mâide, 5/2. bk. Bakara, 2/217. [2] Mâide, 5/97. [3] Bakara, 2/191. [4] Buhârî, Salât fî Mescid-i Mekke, 1. 6, Sayd, 26, Savm, 67; Müslim, Hac, 415, 511; Tirmizî, Salât, 126, H. No: 326; Nesâî, Mesâcid, 10; İbn Mâce, İkâme, 196. [5] Askalânî, Bülûgu’l-Merâm, II, 574. [6] İbn Mâce, İkâme, 195, H. No: 1406. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’de bu hadis için “sahîh ve ricâli sikadır” demiştir. [7] Belâzurî, Fütûhu’l-Buldân, Kâhire 1901, s. 53. [8] Belâzurî, age, s. 53. [9] İsmail Yiğit, “Harem-i Şerîf” mad. Şamil İslâm Ansik. [10] İbn Kesir Muhtasarı, III, 388, 389; Elmalılı, İst. 1936, VI, 4551. [11] bk. Tûr, 52/4. [12] Buhârî, Bed’ü’l- Halk, 6. [13] bk. Beyzâvî, IV, 467; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 123; Elmalılı, VI, 4551. [14] Fîrûzâbâdî, İbn Abbas Tefsiri, Mısır 1316, s. 329. [15] Buhârî, Cihâd, 125, Umre, 6; Müslim, Hac, 135, 136; A. İbn Hanbel, III, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91. [16] İbn Hışam, Sîre, II, 70.; İbn Sa’d, Tabakât, I, 217 vd; Ahmet Ağırakça, “Akabe Bey’atları”, Şamil İslâm Ansiklopedisi. [17] Tevbe, 9/111. [18] bk. Alak, 96/1-5. [19] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 50. [20] bk. Enfâl, 8/30. [21] Yâsin, 36/9. [22] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 174-175. [23] İbn Sa’d, Tabakât, Beyrut,ty., I, 228 vd. [24] bk. Tevbe, 9/40.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

Lala Şahı̇n Paşa Kimdir?

 

Lala Şahin Paşa, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında, Rumeli’ndeki fetihlerde büyük hizmeti görülen kumandan veya devlet adamı. Ayrıca Osmanlı’da; hanedan üyeleri dışında Paşa unvanına layık görülen ilk kişidir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Rumeli’ndeki fetihlerde büyük hizmeti görülen kumandan veya devlet adamı. 1375 ve 1376 (Hicri 778)’de vefat ettiği sanılmaktadır.Birinci Murad Han’ın İzmit, Bursa sancak beyliklerinde maiyetinde bulundu. Rumeli’de fetihlerin başlaması üzerine, şehzade birinci Murad’la beraber ve Süleyman Paşa’nın emrinde vazife aldı. Çorlu, Lüleburgaz’ın fetihlerinde bulundu. Süleyman Paşa’nın vefatı üzerine Lala Şahin Paşa’ya Beylerbeyi vazifesi verildi ve Paşa unvanını aldı. Böylece Osmanlı hanedanı dışında paşalık verme usûlü başladı.

LALA ŞAHİN PAŞA’NIN CİHAD GAYRETİ

Lala Şahin Paşa birçok fetihlerde bulunduktan sonra 1366’da Kuzeybatı Balkanlar üzerine büyük bir fetih hareketi başlattı. Emrindeki orduyla Bulgaristan’daki Samuka ve İhtiman’ı, Kırk kilise (Kırklareli) ve Vize’yi fethetti. 1368’de Çandarlı Halil Paşa’nın Vezir-i Azam olması üzerine Lala Şahin Paşa’ya da vezirlik verildi.Bu sırada, Osmanlı akınlarına karşı bir Bulgar, Sırp ittifakı kuruldu. Osmanlı kuvvetlerine karşı hücuma geçen bu Sırp Bulgar ordularına karşı Lala Şahin Paşa, Samuka Meydan Muharebesi’ni yaptı ve muzaffer oldu. Aynı sene haçlı orduları karşısında Çimen’de kazanılan savaşa katıldı.Lala Şahin Paşa 1372’de Rumeli’deki Ferecik ve havalisinin fethi ile vazifelendirildi. Ferecik Hisarı’nı kuşatıp fethetti. Bu seferde, İskeçe, Drama, Korada, Zihne, Serez, Avrethisarı, Vardar Yenicesi ve Kararfiye şehir ve kasabaları fethedildi.

LALA ŞAHİN PAŞA’NIN VEFATI VE ESERLERİ

Lala Şahin Paşa 1378’de Bursa’da medrese, Kirmasti’de, cami ve zaviye yaptırıp vakfetmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki ilk fetihlerine katılıp cihad eden ve İslâmiyet’in yayılmasında büyük hizmetleri geçen Lala Şahin Paşa, Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’ın bütün bölgeyi fethetmek ve oralarda İslâmiyet’i yaymak maksadıyla kurduğu muazzam planlarını uygulayan, değerli devlet adamlarındandır. Bu gayeyi gerçekleştirmek için 1375 Niş’in fethi sırasında, cihada çıktığı fetihden sonra şehid düştüğü rivayet edilmektedir.Kaynak: Sadık Dana, İslam Kahramanları 2, Erkam Yayınları

Hac ve Umreye Ne Sıklıkla Gidilir?

 

Hac ve umreye gitmek şart mıdır? Hac ve umreye ne zaman, ne sıklıkla gidilir?

Hac ve umreye gitmek için acele etmek ve imkân buldukça bu ibadetleri sık sık tekrarlamak lâzımdır. İmkânı olanların en geç dört senede bir mutlaka gitmeleri îcâb eder. Sıhhati ve imkânı olduğu hâlde beş sene hacca veya umreye giderek Beytullah’ı ziyâret etmeyen kişinin, büyük bir hayırdan mahrûm olduğu haber verilmiştir. (İbn-i Hibbân, Sahîh, no: 3703)

Rasûlullah (s.a.v), Yüce Rabbinden şöyle nakleder:

“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Ben bir kuluma sıhhat ve âfiyet ihsân edip rızkını da bol verdiğim hâlde, o her dört senede (diğer rivâyete göre beş senede) bir bana gelmezse (yani hac veya umre ziyâretinde bulunmazsa), o kimse gerçekten mahrum biridir.” (Heysemî, III, 206)

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Mescid-i Haram’dan 111 Hatıra, Erkam Yayınları


İlahi Muhabbet

 

İlahi muhabbet nedir? Hakîkî ve mecâzî muhabbet kime veya neye duyulur?

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“İnsaf et; aşk güzel (bir âb-ı hayat)tır. Onu zedeleyen (ona zehir serpen) ise senin (nefsânî ve) kötü huylarındır. Sen, şehvete aşk adını koymuşsun. Âh bir ­bilsen, şehvetle aşk arasında ne uzun bir mesâfe var!”

“İlâ­hî aşk ve vecd, müʼ­mi­ni uya­nık tu­tar. Dün­ye­vî ve şe­he­vî aşk­lar ise in­sa­nı ah­mak ve ser­sem eder…”

Muhabbetin menşei, Cenâb-ı Hakʼtır. O, yarattığı her insanın kalbine ilâhî muhabbetin tohumunu atmıştır. Müʼminin Hakkʼa vuslat yolculuğunda en mühim vâsıtası, yaratılışından gelen bu muhabbet istîdâdıdır.

HAKİKİ VE MECAZİ MUHABBET

Fakat muhabbetin hakîkîsi ve mecâzîsi vardır. Hakîkîsi, Allah muhabbeti; mecâzîsi ise, Allahʼtan gayrısına duyulan muhabbettir. Esâsen rızâ-yı ilâhî ölçüleri içinde yaşanan mecâzî muhabbetler de hakîkî muhabbete bir basamaktır. Yeter ki mecâzî muhabbetler, kalp için son durak olmasın! Asıl tehlike; lâyık olmayana muhabbet duymaktır. Zira her insan, hayatta muhabbet duyduğu varlığın buna liyâkati nisbetinde bir seviye kazanır.

Bu sebeple muhabbet temâyülünü, yanlış adreslerde ziyan etmekten titizlikle sakınmak gerekir. Zira lâyıkını bulamayan muhabbetler, hayatın en hazin israflarıdır. Nefsânî menfaatlerin kıskacında sıkışıp kalan muhabbetler, kaldırım kenarında açan çiçeklere benzer ki, er ya da geç ayaklar altında çiğnenmeye mahkûmdur. Çöp tenekesine düşmüş bir pırlanta ne kadar tâlihsizdir! Liyâkatsiz bir elin haksız malı olmak, ne hazin bir ziyanlıktır!

İLAHİ MUHABBET

Muhabbet sermâyesini, ona en lâyık olan Allah Teâlâʼya hasredebilen bir kul, başta Ce­nâb-ı Hakk’ı ve O’na yakınlığı nisbetinde her varlığı gönlündeki muhabbet dairesinin içine alır. Bu keyfiyet Yûnus Emre’nin; “Yaratılanı hoş gör, Yaratanʼdan ötürü” ifadesinde olduğu gibi, sıfat ve mâhiyeti ne olursa olsun, Yaratan’ı hürmetine bütün mahlûkâtı, muhabbet ve merhametle kucaklayabilme hâlidir.

Hak dostları, kalplerindeki ilâhî aşk ve muhabbet tohumunu yeşerterek onu âdeta meyveli bir ağaç hâline getirmiş kimselerdir. Bu sebeple dâimâ Yaratanʼdan ötürü yaratılanlara ikram hâlinde yaşarlar. Cenâb-ı Hak ile dostluk, onları bütün mahlûkat ile dost kılar.

İsmail Atâ Hazretleri, bu dostluğun tezâhürünü ne güzel ifade eder:

“Sen güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol.”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yayınları

Salih Ameller Nasıl Boşa Gider?

 

Ahiret azığı ne demek? Salih ameller nasıl boşa gider?

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Torbayı doldurmaya çalışırken, alttaki delikten boşaltmamak gerekir.”

AMELLERİN BOŞA GİTMESİ

Her insanın muhtaç olduğu âhiret azıkları; en başta îman, daha sonra ise ibadetler, hayır-hasenat ve sâlih amellerdir. Fakat bunları kalbî marazlar ve kötü huylarla zedelemek; âhiret azıklarının biriktirildiği heybenin dibini delmekten farksızdır.

Bir müʼminin kemâle erebilmek için güzel ahlâk ile müzeyyen olması zarûrîdir. Bunun için de mütevâzı, hakşinas, âdil, emin, sâdık, edepli, hayâ sahibi, cömert, müşfik, merhametli, affedici, sabırlı, kanaatkâr ve ihlâslı olması îcâb eder.

Bunun aksine, yalan, gıybet, zulüm, kin, haset, tamah, cimrilik, gurur, kibir ve riyâkârlık gibi kötü huylardan da şiddetle kaçınması gerekir ki sâlih amelleri boşa gitmesin.

Bu sebeple bilhassa namazı gâfilâne kılmaktan; orucun ecrini gıybet ve dedikodu gibi kalbî marazlarla zâyi etmekten; sadaka, zekât ve infakları başa kakmak sûretiyle boşa çıkarmaktan, ibadet ve hayırları nefsânî bir iftihar vesîlesi yaparak içini boşaltmaktan sakınmak gerekir. Yine ihlâsı zedeleyecek hâl ve tavırlardan uzak durmak ve ibadetlerde niyetlere fânîleri ortak etmemek îcâb eder. Aksi hâlde bütün bu amellerin ecri zâyi olur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yyaınları

Bir Müslüman Tevekkülü Nasıl Anlamalı?

 

Tevekkül nedir? Allah’a tevekkül etmek nasıl olur? Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, Şebnem Dergisi’nin bu ayki sayısında, Müslüman’ın önemli hassasiyetlerinden biri olması gereken ‘tevekkül’ konusunu ele alıyor.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu kıssayı naklettiğini haber vermektedir:

“İsrâiloğullarıʼndan bir kimse, arkadaşından bin dinar borç talep etti. O ise:

«‒Bana şâhitlerini getir, onların huzurunda vereyim de şâhit olsunlar!» dedi.

Borç isteyen kimse:

«‒(Fânîlerden şahidim yok.) Şâhit olarak Allah yeter!» dedi.

Diğeri:

«‒Öyleyse buna kefil getir.» dedi.

Borç isteyen:

«‒Kefil olarak Allah yeter!» dedi.

Diğeri:

«‒Doğru söyledin.» dedi ve belli bir vâdeye kadar parayı ona verdi.

Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu, vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, fakat bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Borçlu olduğu kimseye hitâben yazdığı mektupla birlikte bin dinarı o oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapatıp düzledi ve denize getirip (gönlündeki engin îmânı ve Cenâb-ı Hakk’a olan tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdını serdedercesine):

«‒Ey Allâhım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım.

Benden kefil isteyince, “Kefil olarak Allah yeter!” demiştim. O da kefil olarak Sen’den râzı olmuştu.

Yine benden şâhit istediğinde, “Şâhit olarak Allah yeter!” demiştim. O da şâhit olarak Sen’den râzı olmuştu. Ben ise şimdi malını ona göndermek üzere bir gemi bulmak için gayret ettim, fakat bulamadım. Şimdi onu Sana emânet ediyorum!» dedi ve odun parçasını denize attı. Odun (deniz üzerinde yüzerek gözden) kayboldu.

Sonra oradan ayrılıp memleketine gidecek bir gemi aramaya devam etti.

Diğer taraftan borç veren kimse de parasını getirecek bir gemi gelir ümidiyle (sahilde ufuklara) bakmaya başladı. Bu arada, içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu âilesine odun yapmak üzere aldı. Odunu testere ile bölünce, içinde para ve mektup olduğunu gördü.

Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinar getirdi ve:

«‒Malını getirmek için durmadan gemi aradım, ancak bundan önce gelen bir gemi bulamadım.» dedi.

Alacaklı:

«‒Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?» diye sordu.

Borçlu:

«‒Ben sana, bindiğim gemiden önce bir gemi bulamadığımı söylüyorum.» dedi.

Alacaklı:

«‒Allah Teâlâ Hazretleri, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı bize ulaştırdı ve senin yerine borcunu ödedi. Şimdi bu getirdiğin bin dinarı geri al ve selâmetle git!» dedi.” (Buhârî, Kefâlet, 1, Büyû 10)

İşte temiz ve sağlam îtikâda sahip bir gönlün, Allâh’a olan tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdı neticesinde, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna yardım edeceğini ve onu aslâ yüz üstü bırakmayacağını gösteren ibretli bir hâdise…

Unutmamak lâzımdır ki, Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp Allâh’a tevekkül ve teslîmiyet göstermek; kalbin huzur, saâdet ve selâmetinin en büyük vesîlesidir.

Cenâb-ı Hak da, kulunun kendisinden başkasına dayanıp güvenmesinden aslâ hoşlanmaz. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“…Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrahim, 11)

“…Allâh’a tevekkül edene, Allah kâfîdir!..” (et-Talâk, 3)

Şimdi bir düşünelim;

Acaba bizler, karşılaştığımız herhangi bir hususta fânîlere ne kadar sığınıyor, güveniyor ve onlardan yardım istiyoruz? Onların yegâne yaratıcısı ve sahibi olan, fâil-i mutlak Cenâb-ı Hakk’a ne ölçüde sığınıyor, güveniyor ve ilticâ ediyoruz? Aklımıza evvelâ, fânî sığınak, dayanak ve barınaklar mı geliyor, yoksa Bâkî olan Rabbimiz mi? İşte bu husus, îmânımızın seviyesini de ortaya koyan bir miyar hükmündedir.

Îman ve irfan penceresinden bakıldığında hiç şüphesiz, her hususta güvenilecek yegâne mercî; ölümsüz, ebedî ve Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakʼtır. Aksi takdirde Hakkʼa tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdın bir mânâsı kalmaz.

Cenâb-ı Hak bu hakîkati şöyle ifâde buyurur:

“Aslâ ölmeyecek, hakikî hayat sahibi ve dâimâ diri olan Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbîh et!..” (el-Furkân, 58)

Zira bir şeyi dilediğinde sâdece ona “كُنْ / Ol!” demesi yeterli olan Allah, bir şeye kefîl olursa imkânsız gibi görünen şeyler dahî kolayca hâsıl olur. Bu sebeple kula düşen, O’na tevekkül ve teslîmiyette ihlâs ve samimiyet gösterebilmesidir.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona:

“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben:

“–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:

“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar.”

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey isteyemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü.

Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:

“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde, Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Ahmed, III, 449)

Velhâsıl tevekkülün aslı, kulun karşılaştığı -hayır ve şer- bütün hâdiselerin Allah’tan olduğunu, O’ndan başkasının yaratma gücü olmadığını bilmesi ve muhtaç olduğu her hususta üzerine düşeni yapıp neticesini Allâh’a havâle etmesidir. Tevekkülün bu kadarı farzdır ve îmânın bir gereğidir. Zira Allah Teâlâ: “…Eğer mü’minler iseniz ancak Allâh’a tevekkül edin.” (el-Mâide, 23) buyurmaktadır.

Fakat bu Allâh’a güvenme ve dayanma keyfiyeti -bir takım cahillerin anladıkları gibi- her teşebbüsten elini çekmek, tedbirlere ve sebeplere aldırmamak sûretiyle değil, bilâkis onlara müracaattan sonra Allâh’ın kudret tecellîsine dayanmakla olur.

Nitekim çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; “Siz Allâh’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakîkî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır.

Son olarak şunu da ifâde etmek lâzımdır ki, fâil-i mutlakʼın Allah olduğunu bilmek kaydıyla mecbur kalındığında fânîlerden yardım istemekte bir beis yoktur. Yine şifânın Allahʼtan olduğunu bilmek şartıyla doktora gitmenin, Allâhʼın lûtfettiği şifânın vesîlelerine sarılmak mâhiyetinde olduğu ve tevekküle mânî olmadığı unutulmamalıdır.

Çünkü Allah Teâlâ, ilâhî irâdesiyle hükmüne ve kudretine bağlı olarak cihan idaresi için bir takım sebepler yaratmış ve bunları kanunlaştırmıştır.

Meselâ; çalışmayı kazanmaya, gıdayı hayata, tedâviyi sıhhate, evlenmeyi neslin devamına, ateşi yakmaya, yağmuru nebatlara sebep kılmıştır.

Cenâb-ı Hak bizleri, “Allâh’a koşun!..”[1] emri muktezâsınca her işimizde dâimâ ve sadece kendisine tevekkül ve teslîmiyet gösteren kulları zümresine lûtf u keremiyle ilhâk eylesin…

Âmîn…

[1] ez-Zâriyât, 50.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş – Şebnem Dergisi Kasım 2014

Sohbet Mekanları

Günümüz şartlarında insanlar anlık iletişim sağlama konusunda zorluk çekmiyor,  canlı sohbet  ve anlık iletişim cihazları sayesinde Dünya’nı...